19 Ekim 2012 Cuma

Zindan Mahkumu

Ünlü Fransız felsefeci Michel Foucault “Hapisanenin doğuşu”nu anlattığı kitabında modernleşmeyle birlikte mahkumların tık­lım tıkış doldurulduğu, o eski büyük cezaevlerinin terkedildiğini ve mimari olarak yeni bir cezaevi anlayışına ulaşıldığını söyler. Eskiden böylemiydi diyor insan şimdiklere bakınca...


Neyse bu yeni düzenlemede küçücük göz göz hücre­lerden oluşmuş halka şeklinde bir cezaevi binası vardır. Binanın dışa bakan geniş pencereleri güçlü bir ışıkla ay­dınlatılır. Aydınlma sanki çok önemlide. Tutsaksın zaten. Ama ışık herkesin ihtiyacı. Öyle bir ışıkta kim aydınlanmak ister. Halkanın merkezinde ise bir gözetleme kule­si bulunur. O merkezi kuleden bakan herhangi biri hüc­relerin içindeki küçük siluetleri izleyerek her hareketi kontrol eder. Böylece tek tek hücrelerinde sürekli gö­rülme tehdidi altında yaşayan mahkumlar bir süre son­ra disiplin altına girerler. Öyle ki artık gözetleme kule­sinde hiçkimse olmasa bile mahkum kendini izleniyormuş gibi hisseder.Demir parmaklığa, zinci­re, prangaya gerek kalma­mıştır. Çünkü zindan, artık be­yinlerdedir.

Siz de farkında mısınız, günümüzde hayatı nasıl bey­nimizde devasa prangalarla yaşadığımızın?… Örgütsüz, savruk ve yalnız yakalandığı­mız yaman bir tufanda, tek tek hapsedildiğimiz hücrele­rimiz içinde nasıl gönüllü bir esarete mahkum edildiğimi­zin farkında mısınız?… Farkındalık önemlidir. Güçlendirmek lazım bu terimi. Nasıl güçlendirebilir peki bu farkındalık dediğimiz olayı. Tabi ki de okuyarak, bol bol okumaktan başka şansımız yok gibi şimdilik...

Merkezi bir kulenin amansız gözetimini her an üzerimizde hissederek nasıl duygularımızdan korkar, düşündüklerimizi gizler, sözü­müzü sakınır hale geldiğimizi ve sonuçta düşünmemeyi, söylememeyi, sevmemeyi seçtiğimizi farkediyor mu­sunuz?

Merkezdeki kuleye bağlı düşünce polislerinin soluğu­nu her an üzerimizde hissetmekten, fikir gardiyanları­nın üç kuruşluk tehditleriyle cebelleşmekten, ahlâk zabıtalarının işgüzar tuzaklarını kollamaktan nasıl yorgun düştüğümüzü, ihbarcılığı meslek edinmişlerin kurduğu sinsi bir pusuda kalleş bir iftirayla kimvurduya gitme­mek için beynimizi ve kalbimizi nasıl kör bir hücreye hapsettiğimizi görmüyor musunuz?

Kule’nin adamları, kuledekilerden farklı düşünenle­re, farklı yaşayanlara aman vermemek için amansız bir takibi sürdürürken, onlardan siluetlerimizi gizlemek uğruna, nasıl yara bere içinde kısık sesli ilişkiler kurdu­ğumuzun farkında değil misiniz?

Çünkü kule, sürekli izliyor düşüncelerimizi…
Ceza­landırıyor.
Sonra “tecil edip” erteleyerek cezalarımızı, “bir daha yaparsan iki katını yatarsın” diyor.
Böylece darağacımızın ipini elimize tutuşturuyor; ilk hatada kendi taburemizi tekmelememiz için…Kendi fikriyatı­mızın gardiyanı haline sokuyor bizi. Sansürün en ağırı­nı kendi duygularımıza, düşüncelerimize uyguluyoruz. Utanır, korkar oluyoruz  bildiklerimizden, söyledikleri­mizden, sevdiklerimizden…

Gölgemize kelepçeleniyoruz.Oysa okudukça, düşündükçe anlıyoruz ki, bu kahro­lası cezaevinde yalnız değiliz.Yanıbaşımızdaki binlerce hücrede, suskunluğa, sev­gisizliğe mahkum edilmiş yüzbinlerce tutuklu, bizim gi­bi yalnız olduğunu sanarak yaşıyor.

Gözetleme işini beyinlere yerleştirdiği suçluluk duy­gusuna emanet eden Kule, zamanla içi boş, kof bir ikti­dara dönüşürken, biz, Kuleden saklanalım derken, beynimizin içine kuleler örmüşüz.Kule, biz olmuşuz.

Görüyoruz ki, bir çözebilsek zihnimizin zincirlerini, merkezi kuleyi zaptetmemiz hiç zaman almayacak. Bir aşabilsek beynimize, gönlümüze koyduğumuz yasakla­rı, bir daha hiç yasak olmayacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder